Türkiye’de başarısızlıkla sonuçlanan darbenin birinci yıldönümünde, 15 Temmuz 2016’da olup bitenler hakkında hala pek çok bilinmeyen var.
Üzerinden bir yıl geçmesine rağmen, henüz hiç bir darbe sanığı yargılanıp, mahkum edilmedi. O karanlık gecenin ayrıntıları, hala tam olarak aydınlığa kavuşmadı.
En yüksek makamlar tarafından yapılan, birbiriyle çelişkili açıklamalar, kafa karışıklığını daha da artırmakta; komplo teorilerini ve şehir efsanelerini beslemekten öte bir işe yaramamakta.
Ülkede, hapse atılmamış, hakkında dava açılmamış bağımsız ve ciddi araştırmacı bir avuç gazeteci kaldı. Yargının siyasileşmesi de tamamlandığından, olayların ardındaki gerçeğin tüm çıplaklığıyla öğrenilmesi her geçen gün zorlaşıyor.
Ayrıntıların ortaya çıkması, büyük olasılıkla yıllar alacak.
Darbe girişimiyle ilgili bilgilerin muğlaklığı, ülkeyi 10 yıldan uzun süredir tek başına yöneten ve bütün bu olayların arka planından haberdar olmaması mümkün görülmeyen iktidar partisine hizmet ediyor. Neresinden bakarsanız bakın, sorumluluğun en büyük bölümü, Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetine ve onun denetimindeki kurumlara ait. Üstünkörü bir araştırma gerçekleştiren Parlamento Darbeyi Soruşturma Komisyonu’nun çalışmaları da kimseyi tatmin etmedi. Hele darbe girişimi sırasında kilit noktalarda sorumlu iki yetkili, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar’ın, komisyona gelip ifade vermeye tenezzül bile etmedikleri gözönünde tutulunca.
Temel bazı noktalarda hala karanlıktayız ama bir yorumda bulunmak için bildiklerimiz, tanık olduklarımız yetip de artıyor.
Gizli çalışan, şeffaf olmayan ve hesap vermeyen İslamcı bir yapı ile, bir diğer İslamcı, ama seçimle ve meşru yollarla işbaşına gelmiş, otoriter eğilimli bir yönetim arasındaki iktidar çatışması, Türkiye’ye çok büyük zarar verdi. Bu yasadışı kalkışmanın en fazla incittiği kesim ise, ülkenin demokratik güçleri ve gelecek kuşakları oldu.
Olağanüstü Hal koşulları altında sürdürülen operasyonlar, sadece darbe girişimi gecesinde suç üstü yakalananlarla ya da şiddete karıştığından, darbeye katıldığından şüphe edilenlerle sınırlı kalmadı. Devlet kurumlarında, medyada ve sivil toplum kuruluşlarında iktidar yanlısı olmayan herkesi hedef aldı. Keyfi uygulamalar, hiç bir denetim mekanizması bırakmayan iktidarın, kendisine tehdit olarak algıladığı bütün güçleri ezip geçmesine olanak sağladı.
Cumhurbaşkanı tarafından ‘Allah’ın lütfu’ olarak tanımlanan darbe girişimi, hesap vermeyen, şeffaf olmayan bir rejimin iyice pekişmesinin yolunu açtı.
Kamusal alanda dinin rolünün tartışılmaz şekilde inşaasıyla, ‘dindar ve kindar’ nesiller yetiştirme hayallerini mümkün kılacak eğitim reformları da hız kazandı.
Akademik özgürlüklerin sistemli olarak çiğnenmesi, üniversite hocalarını, ülkenin aydınlarını, benzeri görülmemiş bir beyin göçüne zorladı. Meydan, İslamcı doktrinlerini yaymaya hazır bekleyen eğitimcilere kaldı.
15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde Türkiye, her zamankinden daha bölünmüş, daha kutuplaşmış ve daha yalnız bir ülke.
Temel hak ve özgürlüklerin çiğnenmesi, öyle ağır boyutlara ulaştı ki, dünyada en vefalı dostları bile, artık Türkiye’de olup bitene gözünü kapatmakta zorlanıyor.
Olağanüstü Hal uygulamasına rağmen gerçekleşen terör saldırıları ve dış politikadaki tutarsızlıklar, uluslararası alanda da Türkiye’ye duyulan güveni sarstı.
Ama eninde sonunda, asıl değişikliğe, Türkiye vatandaşlarının, bu gidişatın sürdürülemez olduğunu görmeye başlamalarıyla tanık olabileceğiz.
Ana muhalefet partisi CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun önderliğindeki ‘Adalet Yürüyüşü’, Türkiye’de kitlelerin hala, ülkelerinin yıpranan kurumlarını canlandırıp, ortak değerleri etrafında birleşebileceğini göstermesi bakımından, bir umut ışığı oldu.
Ama ne kadar iyimser olmaya çalışırsak çalışalım, tünelin ucunda ışığı görmeye başlamanın uzun ve çetin bir süreç ve kararlı bir mücadele gerektirdiğini de kabul etmemiz lazım.
This post is also available in: İngilizce
Bir cevap yazın