Türkiye, 1984 yılından bu yana 40 binden fazla insanın öldüğü çatışmayı sona erdirme şansını yakalamış görünürken, düşüncelerin serbestçe tartışılabileceği bir ortamın eksikliği gerçekten iç karartıcı.
Önümüzde duran görev büyüdükçe, tartışma platformu da o ölçüde daralıyor sanki.
Adalet ve Kalkınma Partisi, danışan ve diğer görüşlere de açık olan çoğulcu bir politikayı hiç bir zaman benimsemedi. Başbakan Erdoğan’ın konuşmaları çoğu zaman toplumu kutuplaştıran, karşıtlarını da küçümseyen bir üslupta.
Buna karşılık, muhalefet de her zaman savunmada. Kalıcı, kapsamlı çözümler üretmek, alternatif görüşler sunmak yerine, klişeleşmiş, bilinen formüllerle karşımıza çıkıyorlar.
Ülkenin liderlerinin demokratik geleneklere olduğu kadar birbirlerine de saygı temelinde ilişkiler kuramadıkları bir ortamda, temel sorunların çözümü için şart olan uzlaşmaya varmak da zorlaşıyor.
Sonuçta, her iki taraf da en küçük ortak paydaya, popülizme başvuruyor.
Başbakan Erdoğan hafta sonunda Irak Kürdistanı lideri Mesut Barzani’yle Diyarbakır’da 400 çiftin evlendirildiği toplu nikah törenine katıldı. Normalde, bunun geleceğe dair umutların güçlendiği bir olay olması gerekirdi.
‘Dağdakilerin indiğini, cezaevlerinin boşaldığını, 76 milyonun kucaklaştığını göreceğiz’ diyen Erdoğan, Diyarbakır’da Kürt ve Türklerin ilelebet kardeşliğinden sözetti.
Bir sonraki gün de gene bölgede yaptığı konuşmada sadece Türkiye’de değil bögede de yeni bir süreç, yeni bir ortam ve bir bahar havasının varlığına atıfta bulundu.
Belki de Barzani’nin yeni evli çiftlere dağıttığı kese kese altınların parıltısı ya da sürgünden yeni dönen Şivan Perver’in yürekleri yakan sesiydi bu iyimserliği yaratan.
Gelgelelim, Diyarbakır’ın bir başka köşesinde Barış ve Demokrasi Partisi, alternatif miting düzenliyordu.
BDP’liler, başbakanın Barzani’yle birlikte kürsüye çıkıp konuşmasını, gelecek Mart ayındaki yerel seçimler için partizanca bir gösteri diye nitelerken, hükümetin Kürt halkının temel hakları için gereken adımları atmadığından yakınıyorlardı.
Güney Doğu’dan uzakta, ülkenin belli başlı kentlerinde, başbakanın kızlı-erkekli evler hakkındaki yorumları ardından huzuru kaçan, evleri basılan üniversiteli gençler, sözü edilen yeni ortamdan habersizler.
İstanbul’un, Ankara’nin Eskişehir’in sokaklarında biber gazıyla, tazyikli suyla püskürtülenler için ise hava, ne demokratik ne de kardeşçe.
Bölgede hissedilen bahar havasına gelince, hem Türkiye’yi hem de Irak’ı tehdit eden Suriye’deki şiddet düşünüldüğünde , bu iddia olsa olsa bir yanılsama.
Bu iyimserliği, kuzeyiyle güneyiyle Iraklıların petrolünü dünya pazarlarına taşıyacak mülti-milyonluk boru hattı projesi anlaşmalarına bağlamak daha doğru.
Diyarbakır’da tarihi diye nitelenen törenden bir gün sonra Amerika’ya giden dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu, düşünce kuruluşu Brookings Enstitüsünde 37 yıl sürgünde yaşayan Şivan Perver’den özür dilediğini açıkladı.
Geçmişin haksızlıklarının giderilmesi için atılan adımların çatışmaların sona erdirilmesinde ne kadar önemli olduğunu bildiğim halde, elimde olmadan durumdaki istihzayı düşündüm.
Dışişleri bakanının özür dilemesi gereken o kadar çok insan var ki Türkiye’de. Baskıcı rejim dönemlerinde kaç gencin hayatı söndürüldü, kaç aile dağıtıldı, kaç kişinin ekmeği elinden alındı?
Nedense, AKP hükümetinin 1980 darbesi ardından yürürlüğe giren 1982 anayasasını değiştirmek için çaba gösterdiğini de göremiyorum bir türlü.
Aslında darbe dönemlerine dönmeye de gerek yok. AKP’nin kendi dönemindeki uygulamalarından dolayı özür dilemesi gereken yeterince insan var etrafımızda.
İfade ve gösteri özgürlüğü, Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarında iyileşmedi, daha da geriledi.
Siyasi tartışmanın seviyesi meselesine geri dönersek… Muhalefet, hükümetin iddialarını çürütmek, karşı argümanlar sunmak yerine siyasi tartışmayı daha da sığlaştırmayı yeğledi.
Partinin emektar diplomat üyesi Faruk Loğoğlu, başbakanı bir iç politika meselesini bölgeselleştirdiği için eleştirdi. Özellikle de Erdoğan’ın Irak Kürdistan’ı demesine öfkelendi.
Nedense, Saddam Hüseyin döneminde bile bu adla bilinen, federatif yapı içinde resmi adı Kürdistan olan özerk bölge, Türkiye’de hala tüyleri diken diken ediyor.
Faruk Loğoğlu’yu ciddi şekilde endişelendiren bir diğer konu, başbakanın, bölgesel lideri kendi başkentinde kabul etmek yerine kalkıp ta Diyarbakır’a ‘ayağına gitmesi’ oldu.
Kamuoyunda belli başlı konuların açıkça tartışılması demokrasiler için önemlidir. Çatışmadan barışa geçilmesi arzulanan ortamlarda ise olmazsa olmaz bir ihtiyaçtır.
Türkiye’de bir kez daha hükümet, toplumun her kesimini bu tartışmaya dahil etme gereğini hissetmedi.
Muhalefet ise, gene ağaçlara bakmaktan ormanı göremedi.
This post is also available in: İngilizce
Ihsan Goren says
Logoglu’na katilmiyorum. Ta Diyarbakir’a, ayagina gitmedi. Bolgesel lideri, bolgesine en yakin Turkiye topraklarinda karsiladi. Eger animsamak istersek, Bulent Ecevit, kabineyi Diyarbakir’da toplayarak, hukumeti, Kurdistan’a goturup, oradaki yurttaslarin da hukumeti oldugunu vurgulamak istemisti. Donemin genelkurmay baskani ise guvenlikleri saglanamayacagi icin gelmemelerini soylemisti. Bolgesel lideri Ankara’ya getirtseydi, goruntu bu kadar sicak ve samimi olacak miydi? Adim, kisa, orta, uzun, beceriksiz, fazla kendinden emin olabilir ama atilmasi fazlasiyla geciktirilmis bir adimdi. Velevki, pre-emptive konusunda eline de su dokulemez. Herkes yari uykulu kizli- erkekli sayiklarken kurgulanip, kotarildi. Bir Habur faciasina daha izin verilmedi. Bu nedenle icsellestirilmesi cok kolay degil. Bundan sonrasi nasil yurur gorecegiza ama bu esik asilmaliydi.