İstanbul’un tarihi merkezinde insanların intihar bombasıyla paramparça olduğu, ülkenin güney doğusunda çatışmaların savaşa dönüştüğü bir haftanın ortasında, başbakanı, Türkiye’yi ateş çemberinin ortasında bir ülke diye tanımladı.
Türkler, genelde konuşmalarında abartısız, soğukkanlı ifade tarzları kullanmalarıyla tanınmazlar ama başbakanın sözleri, herhalde durumu olduğundan önemsiz gösterme eğiliminin en güzel örneği.
Suriye’yi yakıp yıkan alevlerin kıvılcımı, Türkiye’ye çoktan düştü.
Eğer geçen yılki Suruç ve Ankara katliamları, bunu anlamamıza yetmediyse, Sultanahmet Meydanında Salı günü gerçekleşen saldırı, Türkiye’nin güvenlik ve dış politikalarının sonuçlarını görmeye başladığımızın kuşkuya yer bırakmayacak bir işareti olmalı.
İstanbul saldırısından sonra yetkililer, çok kısa süre içinde sorumluyu IŞİD olarak ilan ettiler. Başbakan Ahmet Davutoğlu da karadan saldırılarla, Suriye sınırında ve Kuzey Irak’ta 400 IŞİD hedefinin vurulduğunu açıkladı.
Üç büyük terör saldırısı ve sayısız başarısız kalan girişimden sonra, Türkiye, nihayet IŞİD’in üzerine ciddi şekilde gitmeye başladı. Ancak, IŞİD’in ve diğer radikal İslamcı grupların ülkede kurdukları altyapı ve örgütlenmenin boyutları düşünüldüğünde bunun ne kadar etkili olacağı, yanıt bekleyen bir soru olmaya devam ediyor.
Amerika Birleşik Devletleri başkan yardımcısı Joe Biden’ın ay sonuna doğru ve İngiltere dışişleri bakanı Phillip Hammond’ın Perşembe günkü Türkiye ziyaretleri öncesinde, her iki ülkedeki kaynaklar, Ankara’nın IŞİD ve diğer İslamcı örgütlere tutumunda nasıl bir değişiklik sergileyeceğini merakla izlemekteydiler.
Eğer Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Sultanahmet saldırısından hemen sonra yaptığı konuşmayı dinledilerse, eminim sorularına yanıt bulmakta zorlanmışlardır.
Sarayında biraraya getirdiği Türk büyükelçilere hitaben yarım saatten uzun süre konuşan Cumhurbaşkanı, Sultanahmet saldırısından topu topu 44 saniye sözetti. Suriye kökenli bir IŞİD militanının 10 yabancı turistin ölümünden, onlarca kişinin de yaralanmasından sorumlu kişi olduğunu belirttikten sonra hiç vakit kaybetmeden ‘terör kokteyli’ söylemine geçiverdi. IŞİD’le PKK’yı kastederek terör örgütü arasında bir fark bulunmadığı görüşünü tekrarladıktan sonra da, batılıları çifte standartlarından ve İslam düşmanlıklarından ötürü sert dille eleştirdi ama asıl hedef olarak, güneydoğudaki çatışmalara son verilmesi çağrısı yapan 1128 akademisyeni seçti. Aydın müsveddeleri, karanlık güçler olarak tanımladığı bilim insanlarına karşı yetkililere derhal had bildirilmesi talimatı verdi.
Kürtler, aydınlar, ana muhalefet partisinin lideri, Ruslar ve diğer yabancı ülkelerden sonra da sıra, Fethullah Gülen cemaatine geldi ki, cumhurbaşkanı büyükelçiler açısından bu konuda çıtayı epey yükseltti. En iyi diplomat olma kriterinin cemaate en fazla zarar veren yetkili’ olduğunu da böylece keşfetmiş olduk.
Başbakan Ahmet Davutoğlu da aynı rotada ilerledi. Bir gün sonra, gene aynı büyükelçilere hitabederken, konuşmasının ağırlıklı bölümünü hükümetini eleştirenlere, ama özellikle de akademisyenlere ayırdı. O da cumhurbaşkanı gibi Türkiye’nin sıkıntılarından yabancı güçleri sorumlu tutu ve Temmuz ayından başlayarak birilerinin bir düğmeye basıp IŞİD, PKK ve DHKP-C’yi aynı anda Türkiye’nin üzerine saldığından sözetti.
Bu komplo teorileri bir yana, Türkiye’nin gerçekten de ciddi güvenlik tehditleriyle karşı karşıya bulunduğuna kuşku yok. Aralarında en yaşamsal olanı da ülkenin güneydoğusunda Kürtlerle yaşanan çatışmalar.
Diyarbakır’a bağlı Çınar’da PKK tarafından düzenlenen ve aralarında beş aylık bir bebeğin de bulunduğu en az altı kişinin ölümüne yol açan bombalı saldırı, tehlikenin çok ciddi boyutlara ulaştığının bir kanıtı.
PKK’nın hedef gözetmeksizin saldırması ve çatışmaları kent ve kasabaların sokaklarına taşıması, kınanacak bir gelişme derhal sona ermesi lazım.
Aynı zamanda, resmi güçlerin de, tehditler karşısındaki meşru karşılığı hukuk sınırları içinde kalarak vermeleri ve son haftalarda tanık olduğumuz türden adaletsiz, ölçüsüz eylemlerden kaçınması gerekli.
Her iki tarafın da, Kürt sorununa kalıcı bir çözüm arayışının ancak barışçı yollarla gerçekleşebileceğini görmesi zorunlu.
Bugünün krizlerle boğuşan, yarını göremeyen Türkiye’sinde sağduyulu ve kaliteli bir önderliğin yanısıra, güçlü bir toplumsal dayanışmaya her zamankinden çok ihtiyaç var. Hak hukuk tanımayan, kutuplaştırıcı, saldırgan liderleri ve kendinden olmayanın acılarını görmezden gelen toplumuyla, her ikisinden de yoksun.
Komşu Suriye’de yangını körükleyen Türkiye’nin zaten eli yandı. Şimdi kendi ateşini daha büyük bir ateş yakarak bastırmaya çalışırken, üçüncü derece bir yanık tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir. Yangına benzin dökmeyi reddeden herkesin de kolunu kanadını kırarsa, merhem sürecek kimsesi de kalmayacak.
This post is also available in: İngilizce
Bir cevap yazın