Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’de bağımsız medyaya karşı şüpheci ve sert tutumunu bilmeyen kalmadı. Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti, özellikle son yıllarda yerli medyanın büyük bölümünü susturmayı başardı. Ancak son zamanlarda, bizzat başbakanın öncülüğünde, yabancı basın kuruluşlarına karşı da sistemli ve endişe verici bir sindirme kampanyasına tanık oluyoruz.
Geçen yaz patlak veren Gezi protestolarından bu yana, başbakan, yabancı medyayı ve ‘çıkar grupları’ diye nitelediği, kim oldukları pek anlaşılmayan güçleri, ülkede huzursuzluk yaratmak ve olay çıkarmakla suçluyor. Sözkonusu yabancı lobileri aynı zamanda, ailesi ve hükümetinden bazı bakanlara yönelik yolsuzluk iddialarının arkasında duran art niyetliler olarak niteliyor.
Geçen ay 301 kişinin öldüğü Soma’daki maden faciası ardından, BBC Türkçe Servisinden bir gazeteciyi, sahtekarlıkla ve yalancı kaynaklarla mülakat yapmakla suçladı. BBC’nin konuşmalarını aktardığı iki kadının, kazada ölen madencilerin akrabası olmadığını ileri sürdü. Sözkonusu kadınlar, haklarında yapılan suçlamaları reddederek yasal işlem başlattılar. BBC de haberinin arkasında durduğunu ve dile getirilen iddiaların temelsiz olduğunu açıkladı.
3 Haziran’da partisinin parlamento grubunda konuşan başbakan Erdoğan, bu defa da CNN muhabiri Ivan Watson’ı hedef aldı. Watson’dan dalkavuk ve ajan diye sözetti. 31 Mayıs’ta Gezi protestolarının birinci yıldönümünde, canlı yayın sırasında Watson’a polisler müdahale etmiş, CNN muhabirini önce tekmeleyip, sonra da programını yarıda keserek bir süre alıkoymuştu.
Başbakan, “Bir tane o CNN’nin dalvakuğu oralarda bir şeyler yapmaya çalışıyor. CNN International yerlisi, geçen yıl 8 saat aralıksız yayın yaptı. Niye? Ülkemi karıştırmak için. Şimdi de suçüstü yakalandı. Bunların böyle hani özgür tarafsız bağımsız basın diye bir şeyleri yok. Bunlar görevli görevli, bunlar adeta ajan görevi icra ediyorlar” dedi.
BBC gibi CNN de muhabirine sahip çıktı ve Türkiye’den yapılan haberlerinin adil, gerçeklere uygun ve hakkaniyetli olduğunu bildirdi.
Türkiye’de gazetecilerin bağımsız haber verme özgürlüğünün düzenli olarak ihlal edilmesi zaten yeterince endişe vericiydi; şimdi başbakanın yabancı gazetecileri ajanlıkla suçlaması, varolan baskının dozunu iyice artırıyor, havayı daha da soğutuyor. Gazetecilere bir yandan daha fazla gözdağı verip, korkuyu pekiştirirken bir yandan da Türkiye’de görev yapan muhabirlerin bireysel güvenliklerini tehlikeye atıyor. Toplumda zaten varolan yabancı düşmanlığını da körüklüyor.
Yerli yabancı bütün gazetecilerin can güvenliğini sağlamakla yükümlü devletin en sorumlu yetkililerinin ağzından çıkan bu tür sözler, sorumsuzca, kışkırtıcı ve tehlikeli.
Kaldı ki, Türkiye’de polisin gazetecilere karşı kaba kuvvete başvurmak için teşvik edilmeye ihtiyacı yok. Gezi’nin yıldönümünde CNN’in muhabirini canlı yayında tekmeledikleri gün, gösterileri haber yapan gazetecileri de dövmekten ve itip kakmaktan geri kalmadılar. Brüksel merkezli Avrupa Gazeteciler Federasyonun (EFJ) Türkiye’deki kardeş kuruluşu Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) tarafından yayınlanan listede, Ankara ve İstanbul’da polis şiddetine maruz kalan gazetecilerin adları yayınlandı. Buna göre, CNN’den Ivan Watson ve İtalyan foto muhabiri Piero Castellano’ya ek olarak, Evrensel gazetesinden Erdal İmrek, Anadolu Ajansından Atılgan Özdil, 2014 UNESCO Dünya Basın Özgürlüğü Ödülü sahibi Ahmet Şık ve gazeteci, sendikacı Meltem Aslan da polis dayağı ve gözyaşartıcı gaz bombalarına hedef oldu.
Türkiye Gazeteciler Sendikası, meslektaşlarına yapılan bu saldırıların ‘eylemlerinin cezasız kalacağını bilen’ polisler tarafından gerçekleştirildiğini söyledi.
Gezi’nin yıldönümünden bir kaç gün sonra partisinin parlamentodaki grubunda konuşan başbakan, bir kez daha polisin tutumunu savundu. ‘Polisimizin dik duruşu sayesinde eylemciler Gezi’ye çıkamadı’ dedi.
Gazetecilere yönelik her sözlü ve fiziki saldırı, medya üzerindeki baskıyı gözle görülür ölçüde ağırlaştırıyor.
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı AGİT’in Medya Özgürlükleri Temsilcisi Dunja Mijatovic’e en son gelişmeleri nasıl değerlendirdiğini sordum.
‘Kamuyu bilgilendirme sorumluluğunu taşıyan gazeteciler, önemli bir işleve sahipler. Bu, hem yerli hem de yabancı gazeteciler için geçerli. Gazetecilerin görevlerini yerine getirmelerine engel olunması, medya özgürlüğünün ihlali demektir ve medyanın kendini sansür etmesine neden olur. Yetkililerin, gazetecileri tehdit etmek yerine onların özgürce ve güvenlik içinde çalışmasını sağlamaları gerekir’ dedi.
Başbakan her fırsatta, son yerel seçimlerde seçmenin kendilerine muhaliflerine karşı gereken adımları atma yetkisi verdiğinden bahsediyor. Zaman zaman acaba bu seçim zaferini, evrensel insan hakları standartlarına uymama, özellikle de gösteri, ifade ve basın özgürlüklerini çiğneme hakkı veren bir yetki olarak da mı gördüklerini soruyorum kendime. Dış dünyanın kendileri hakkında ne düşündüğünü artık umursamıyorlar mı diye merak ediyorum.
Yıllardır Türkiye’yi çok yakından izleyen, gazeteci ve yazar Andrew Finkel, pek de öyle olmadığını düşünüyor.
‘İşin garip yanı, hükümet yanlısı Sabah ve Yeni Şafak gibi yayın organlarının şimdi uluslararası kamuoyunu etkilemek için çaba göstermeye başlamış olmaları’ diyor. “Yarı resmi Anadolu Ajansı bile, dört bir yanda ofisler açıyor, bu amaçla yeni adımlar atıyor. Ama aynı zamanda hükümet, uluslararası medyaya savaş ilan ederek kendi ayağına kurşun sıkıyor. Yabancı basını, Türkiye hakkında yanıltıcı, yalan haberler yaymakla suçluyor; kendi bakış açılarını yansıtmadığı için eleştiriyor. Dünyadan habersiz, adeta hayal dünyasında yaşıyorlar. Kendi medyalarını kontrol etmeye o kadar alışmışlarki, BBC’yi, CNN’i de parmaklarında oynatacaklarını düşünüyorlar”.
Hükümetlerin keyfi bir şekilde ülkelerindeki medyayı susturma, baskı altında tutma ve gazetecileri sindirme eğilimlerinin önüne geçecek uluslararası mekanizmalar aslında mevcut ama Türkiye örneğinde, bunların etkili bir şekilde kullanıldığına henüz tanık olamadık.
This post is also available in: İngilizce
Bir cevap yazın