Türkiye’nin uluslararası sahnede yıllardır makamsız çalıp söylemesine alışmıştık ama son zamanlarda akort öylesine bozuldu ki, koltukların hepten boşalacağından korkar olduk.
Hemen her alanda karşılıklı bağımlılık yönünde yürüyen dünyada, büyük oyuncu olma iddiasıyla ortaya çıkan, ekonomisi gelişen, nüfusu büyüyen bir ülkenin, kendisine, bilerek ve isteyerek yalnızlığı seçmesi anlaşılır bir şey değil.
Dış dünya arasındaki uçurumun genişlemesinde, Türkiye’nin kendisine seçtiği rotanın ve liderlerinin seslendirdiği hedeflerin payı büyük.
Avrupa Birliğinin vize serbestisi karşılığında Türkiye’den terör tanımını değiştirmesi isteğine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tepkisini örnek alalım.
“Kusura bakma, hadi bakalım, biz yolumuza gidiyoruz. Sen de yoluna git. Kiminle anlaşabiliyorsan, onlarla da anlaş” demekte Erdoğan.
Ardı ardına gelen bu türden diplomatik temayüllere ters rest çekişlere ek olarak, ülkede her geçen gün artan otoriterleşme eğilimi, diğer ülkelerle Türkiye arasındaki demokratik değerler uçurumunu da derinleştiriyor, çelişkileri keskinleştiriyor.
Seçimle işbaşına gelen başbakanın, yetkileri kendisinden daha az olan cumhurbaşkanı tarafından itirazla karşılaşmadan azledilmesi, muhalefet milletvekillerini Meclisten atmak için dokunulmazlık kaldırma girişimleri, muhalif işadamlarının mallarına el konulması ve medyanın ağır bir baskı altında ezilmesi, dış dünyaya kolay kolay anlatılabilecek, haklı gösterilebilecek konular değil.
Buna ragmen, Türkiye, dünya normlarını çiğnemekte her geçen gün daha atılgan, daha kaygısız görünüyor. Uluslararası topluluğun tepkisi ise giderek daha şaşkın.
Avrupa Birliği ile Türkiye arasında mülteci iadesi konusunda varılan ve 3 milyar Euro vaadini de içeren anlaşmaya bir kez daha dönelim.
Avrupa Birliği, kendi kuralları gereği, yardım fonlarının, kapasitesi ve altyapısı kanıtlanıp denenmiş Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kuruluşlar aracılığıyla mültecilere ulaştırılmasını öngörüyor. Paranın Türkiye’ye değil, Suriye’li mültecilere verildiğinin ve her bir kuruşunun, önceden kararlaştırılmış bir projeye karşılık olduğunun ısrarla altını çiziyor.
Türkiye, bunu bürokratik ve verimsiz buluyor. Paranın, Suriyeliler için halihazırda 25 kamp açıp işleten Türk yetkililere teslim edilmesi gerektiğini ve eğitim, sağlık hizmetleri gibi alanlarda istenildiği gibi harcanabilmesini savunuyor.
Türkiye’nin Suriyeli mülteciler konusunda diğer ülkelerin hemen hepsinden daha cömert ve etkin davrandığından kimsenin kuşkusu yok. Ancak başından beri kamplarında bağımsız uluslararası gözetim istemeyen Türkiye, bir dizi suçlamaya da zemin hazırladı. Mülteci kamplarında korunmaya muhtaç sivillerin yanısıra İslamcı militanların da barındığı, sınırdan rahatça girip çıktıkları iddialarıyla karşı karşıya kaldı.
Nizip kampında Birgun gazetesi tarafından gözler önüne serilen en son çoçuk istismarı skandalı da, mülteci kamplarında daha etkili bir yönetim, sorumluluk ve şeffaflığın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha kanıtladı.
Gene geçtiğimiz günlerde Amerika Birleşik Devletleri Uluslararası Kalkınma Kurumunun Türkiye’deki bir dizi insani yardım faaliyetini yolsuzluk şüphesiyle askıya alması, hem uluslararası kuruluşları hem de Türkiye’de birlikte çalıştıkları kurum ve bireyleri töhmet altında bıraktı.
Tercihler ve öncelikler, birbirinden farklı ama sorun sadece tarz farkından ibaret değil.
Türkiye ile diğer ülkeler arasındaki iletişim kopukluklarının önemli bir unsuru, anayasa hukuku ile ‘de facto’ durum arasındaki uyuşmazlık ve çelişki. Aradaki çizginin fazlasıyla muğlak olması.
Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki mülteci anlaşması örneği üzerinden devam edelim.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, vize serbestisi konusunun daha önce karara bağlandığını ve terörizm konusunda reformun o zaman gündeme getirilmediğini savundu ve “Shengen, vize, biz bu işleri bitirdik. İmzalarını attık. Şimdi çıktılar 72 madde öne sürdüler sonra da terörü araya sıkıştırdılar. Güney Amerika’dakilere sen böyle bir şey uyguluyor musun?”diye sordu.
Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker’ın cevabı ise, Türkiye hükümetiyle 72 maddeden oluşan bir anlaşmaya vardıkları ve kriterlerden birinin de terörizmle mücadele yasasında değişiklik yapılması olduğuydu. Öfkesini gizleyemeyen Juncker, “Başbakanın görevden ayrılacak olması Türkiye ile Avrupa Birliği arasında varılan anlaşmaların göz ardı edilmesine neden olamaz” diyordu.
Ana muhalefet partisi CHP’nin lider Kemal Kılıçdaroğlu ise, Alman Bild gazetesine verdiği mülakatta, anlaşmayı tehlikede görmediğini, kararı verecek olanın da zaten cumhurbaşkanı değil Büyük Millet Meclisi olacağını savunuyordu.
Avrupa’dan sorumlu bakan Volkan Bozkır ise tamamen farklı bir yaklaşım getirdi. Türkiye’nin atacağı adımın Cumhurbaşkanının vereceği talimat doğrultusunda olacağını bildirdi.
Geçmiş deneyimler ışığında benim tahminim, Volkan Bozkır’ın söylediklerinin gerçekleşeceği yönünde. Cumhurbaşkanı karar verecek, diğerleri de itirazsız yerine getirecektir.
Türkiye’yle muhattap olan yabancı liderlerin yanısıra, yatırım yapan, iş tutan yabancı şirket ve kurumlar açısından durum, giderek bir poker oyununu andırmaya başladı.
Ama oyunun kurallarına uymayı reddettiğini bildikleri halde Türkiye ile masaya oturdular ve şimdi kartların adil dağıtılmadığından şikayet etmeye de doğrusu pek hakları yok.
This post is also available in: İngilizce
Bir cevap yazın