Eşine rastlamadığı boyutlarda mülteci ve göçmen akınına uğrayan Avrupa’nın, krizi kotalarla aşamayacağı artık anlaşıldı. Çare, Avrupa’ya uzanan iltica kanallarını tıkamak olarak görülüyor. Uzun erimli stratejik çözüm arayışları şimdilik bir kenara bırakılıp, hastaya acil müdahale arayışına giriliyor. Avrupa’nın kanayan yarasını durduracak yara bandının Türkiye olacağını düşünenlerin sayısı da giderek artıyor.
Avrupa’ya binlerce değil milyonlarca mültecinin daha geleceğinden endişe eden yetkililer açısından en canalıcı soru, Birliğin sınırlarının nasıl tekrar kontrol altına alınabileceği.
İlk adım, çoğu Suriyeli mültecilerin, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ilk sığınak ülkeleri bırakıp Avrupa Birliğine gitmelerine engel olmak. Lübnan, Ürdün ve Türkiye başta olmak üzere mülteci kamplarının bulunduğu ülkelere daha fazla maddi ve lojistik yardım vererek, yaşam koşullarının düzeltilmesi öncelikli adım olarak görülüyor.
Amaç, mülteci sorununu bölgeyle sınırlı tutmak ve sığınmacıların mümkün olan en kısa zamanda evlerine dönüşü için uygun koşulları yaratmak. Geri dönüş gerçekleşinceye kadar da mültecileri sığındıkları ilk yerde kalmaya teşvik edecek düzeyde iş olanakları, eğitim ve sağlık hizmeti sağlaması için evsahibi ülkeye yardım etmek.
Bu plana göre, Türkiye, Avrupa Birliğinin mülteciler için öngürdüğü tampon ülkeler arasında en önemlisi. Maddi desteğini kayda değer oranda artıracağını söyleyen Avrupa Birliği, Türkiye’ye 1 milyar euro vermeye hazırlanıyor. Ayrıca, Dünya Gıda Programı ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği aracılığıyla ek destek vaadediyor.
Türkiye’nin 2 milyondan fazla mültecinin yarattığı yükü paylaşmaya herhalde bir itirazı olmaz. Avrupa’nın yarasına pansuman olarak görülmekle tatmin olup olmayacağı ise ayrı bir konu.
Başından beri Suriye konusunda önemli bir oyuncu rolünü üstlenen Türkiye’nin liderleri, Şam’da namaz kılma heveslerinden vazgeçseler bile, Beşar Esad’ın Suriye’nin geleceğinde rol oynayabileceği olasılığına henüz ikna olmuş görünmüyorlar. Suriye cumhurbaşkanını içeren bir siyasi diyalog formülüne şimdilik olumlu yaklaşacakları izlenimi de vermiyorlar.
Çarşamba günü Brüksel’de olağanüstü toplanan liderler, Birliğin niteliği ve geleceği konusunda farklı görüşlere sahip olabilirler ama hepsinin ortak çıkarı, mülteci krizinin iyi yönetildiği izlenimini vererek, kamuoylarının ve seçmenlerinin desteğinin sarsılmasını önlemek.
Almanya’da yapılan en son kamuoyu araştırmalarından biri, geçen hafta içinde Başbakan Angela Merkel’e desteğin bu yılın en düşük düzeyine indiğini gösterdi.
Diğer ülkelerde de göçmen karşıtı, Avrupa Birliği karşıtı partiler, desteklerini gözle görülür biçimde artırırken, merkez partilerin gerilediklerine tanık olunuyor.
Göç ve ilticanın en tartışmalı konuların başında geldiği İngiltere’de ise, Cameron hükümetinin karşı karşıya kaldığı tehlike, sadece seçmen desteğini yitirmek değil. Ülkenin Avrupa Birliği üyeliğine karşı çıkanların kozunu ciddi şekilde güçlendirebileceği uyarısı yapılıyor.
Suriye’deki insancıl krize en fazla maddi yardım sağlayan Avrupa Birliği üyesi İngiltere, son mülteci akınına diğerlerinden farklı bir yaklaşım benimsedi. Avrupa’ya gelmiş olan mültecilerin üye ülkeler arasında dağıtılması planlarına katılmayı reddetti. Onun yerine, gelecek beş yıl içinde Ürdün, Lübnan ve Türkiye’deki mülteci kamplarından 20 bin kişiyi İngiltere’ye getirip yerleştirme kararı aldı.
İngiltere hükümeti, Avrupa’ya gelebilecek kadar sağlıklı ve imkan sahibi mültecilere kapı açmanın daha fazla mültecinin gelmesini teşvik edeceğini savunuyor. İlk sığınılan Türkiye gibi ülkelerden yardıma en fazla muhtaç mültecileri alıp getirmenin daha iyi olacağını savunurken ise, iltica yasaları yüzünden Avrupa’ya yönelttiği eleştirilerle ve kendi sığınma kurallarıyla da bir bakıma çelişiyor.
Bu konuda görüşlerine başvurduğum Oxford Üniversitesinden Robert Chenciner’a göre, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve bizzat İngiltere’nin iltica konusundaki bazı belirsizliklere acilen açıklık getirmeleri gerekiyor.
Robert Chenciner, “Suriyeli mültecilerin çektikleri acıların tamamen farkında olmakla birlikte, bazı sorulara etik ve pratik yanıtlar bulmakta zorlanıyorum” diyor ve ekliyor:
“Teorik olarak, mültecilerin, vardıkları ve kendilerini güvende hissedecekleri ilk ülkeden sığınma talep etmeleri gerekiyor. Bu mantıkla düşünüldüğünde, Suriyeli Kürtler, kendilerini Türkiye’de yeterince güvende hissetmeyebilir ama Yunanistan’da, Macaristan’da ya da diğer Avrupa Birliği üyesi ülkelerde güvensiz hissetmeleri için bir neden yok. Oysa pek çok Suriyeli mültecinin sığınacakları ülkeyi önceden seçtikleri, sözgelimi Almanya’da karar kıldıklarını görüyoruz. Bu da, ilk güvenli ülke prensibine ters düşen bir durum. Ayrıca, İçişleri Bakanlığı, bir ada ülkesi olan İngiltere’ye diğer güvenli ülkelerden geçip gelen mültecilerin sığınma hakkı olmaması gerektiğini savunuyor. Gerçi mahkemeler, diğer ülkelerden transit geçip geldilerse başvuruları gene de dikkate alıyor ama bu konuda da bir belirsizlik olduğu açık.”
İngiliz uzman Robert Chenciner’a göre, İngiltere’ye her yıl dünyanın dört bir yanından ve hemen hepsi ölüm tehlikesiyle karşı karşıya on binlerce kişi gelip sığınma istiyor.
Chenciner hakli olarak “Giderek daha fazla insanın iltica başvurusunda bulunduğu bir dünyada kimlere hızlı şeritten işlem yapılacağına karar vermenin ölçütü ne olmalı?” diye de soruyor.
This post is also available in: İngilizce
Bir cevap yazın