15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden bir ay geçti. Türkiye’nin liderleri hala ülkenin karşı karşıya kaldığı tehlikenin gerçek boyutlarının batı tarafından anlaşılamadığından yakınıyor.
Perşembe günü Cumhurbaşkanlığı Sarayında İslam ülkelerinin sivil toplum kuruluşlarından gelen bir heyete hitabeden Recep Tayyip Erdoğan, Müslüman ülkelerin kayda değer bir bölümünü de farklı hesaplar içinde olmakla suçladı.
Yaşanan şiddetin ve hissedilmeye devam edilen tehdidin gerektiği şekilde görülememesinin hayal kırıklığına, hatta öfkeye yol açması doğal ancak neden böyle olduğunu da dikkatle düşünmek lazım.
Uzaktan bakıldığında olup biteni kavramak, zannedildiği kadar basit değil. Kolay olmak bir yana, Türkiye’deki gelişmeler her geçen gün giderek daha sürreal bir hal alıyor.
İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisiyle ve Pennsylvania’da yaşayan bir din adamının peşine takılmış bir tarikatın üyelerinin, yani iki İslamcı gücün, yıllardır süren yakın ittifak ve işbirliği ardından, birdenbire şiddetli bir iktidar savaşına tutuşması, kendi başına anlaşılması zor bir olay.
40 binden fazla kişinin gözaltına alınması, 80 binden fazla kişinin görevine son verilmesi, 4 bin şirket ve kurumun darbe girişiminden sonra kapatılması ve ülkenin ordusunun yüzde 60 ila 80 arasında değişen oranda güvenilmez ilan edilmesi, ülkede bürokrasi, askeriye, eğitim ve sağlık hizmetlerinin büyük ölçüde darbecilerin kontrolüne geçmesiyle açıklanıyor.
Üstelik, bütün bu sızmaların, temel olarak AKP hükümetleri döneminde gerçekleştiği anlaşılıyor.
Cumhurbaşkanı, ciddi hatalar yaptıklarını itiraf edip, Allah’tan kendilerini affetmesini dilediğinde Türkiye’de anlayışlı bir kitle bulabiliyor ama yabancılara, bir devlet adamının ağzından duyamayacakları bir şey söylemiş oluyor.
Kitlesel gözaltı ve tutuklamalar yüzünden dolup taşan hapishanelerden, yeni gelenlere yer açmak için hırsızın yolsuzun salıverilmesi, kafaları daha da karıştıryor. Hele bir de ‘aldatılıp, yanıltıldıklarını’ kabul edenlere hesap sorulmadığı, kimsenin istifa etmediği, sorumluluk üstlenmediği görüldüğünde şaşkınlık daha da artıyor. Darbe girişimini önceden haber veremeyen, orduda ve ülkede ne olup bittiğinden habersiz görünen istihbarat şefi ve Genelkurmay Başkanının yerinde kalacakları belli olduğunda ise, durum içinden çıkılmaz bir hal alıyor.
Kentlerin üzerinde savaş uçakları, saldırı helikopterleri uçuranlara, halkın üzerine tanklarla yürüyüp tüfeklerle ateş edenlere , 240 kişinin ölümüne, 2000 kişinin yaralanmasına yol açanlara kimsenin sempati duyduğu yok. En ağır cezaları almaları gerektiğinde herkes birleşiyor. Ama çok sayıda gazetecinin gözaltına alınması, gazetelerin, yayın organlarının kapatılması, web sitelerinin engellenmesi, hiç bir koşul altında kabul edilebilir bir adım olarak görülmüyor.
Tabii bu arada, birilerinin dünyaya, Cumhurbaşkanının darbenin bir Tanrı vergisi olduğunu söylerken neyi kastettiğini de açıklaması gerekiyor.
Türkiye’ye dışarıdan bakanlar, Gülen hareketinin başka nerelere sızmış olabileceğini de merak ediyor. Cumhurbaşkanının yanıbaşına, Genelkurmay başkanının makamına, her bir bakanlığın kalbine, üniversitelere, hastanelere kadar girmeyi başarabildiklerine göre, iktidar partisine de el atıp atmadıklarını öğrenmek istiyor.
Eğer o karanlık ve kanlı gecede, hedeflerine ulaşsalardı, ne olurdu, ülkenin yönetimine kim gelirdi sorularına yanıt arıyor.
Bütün bu bilinmeyenlere inanılır, sorumlu ve şeffaf karşılıklar alıncaya kadar, dünya, Türkiye’ye sürreal bir film seti gibi bakmaya devam edecek.
Daha da önemlisi, bu sorular cevaplanıncaya kadar Türkiye’nin kendisi de, görmekte olduğu kabustan tam olarak uyanamayacak.
This post is also available in: İngilizce
Bir cevap yazın