Irak’ta IŞİD’in (Irak ve Şam İslam Devleti) başlattığı tehlikeli krizin, Türkiye başta olmak üzere bölge ülkeleri açısından, kimi öngörülemeyen kimi de uzun süredir tahmin edilen bir çok sonucu olacağı açık.
Siyasi liderlerden bazılarının dar görüşlü, fırsatçı, mezhepçi ve çoğu zaman da bilgi yoksunu politikalarının olası sonuçları konusunda yıllardır düzenli olarak yazıp, konuşanlarımız açısından bugün söylenecek ve sorulacak çok şey var. Fakat, akılalmaz vahşet sergileyen bir örgütün elindeki rehineleri gözönünde tutarak, ağzımızı her açtığımızda durumu daha da kötüleştirebileceğimizin de farkındayız.
Peki öyleyse, durumun hassasiyetinin bilincinde olduğumuz halde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Pazar günü medyaya rehineler konusunda fazla konuşup yazmama talimatı vermesi bizi neden bu kadar rahatsız ediyor?
Çünkü çatışma dönemlerinde bazı konuların hassasiyetinin bilincinde olmak, biz gazetecileri, kamuoyunu herzaman ve her koşul altında doğru bilgilendirme görevini yerine getirme sorumluluğundan azletmiyor.
Dahası, medyaya emir vermeyi alışkanlık haline getiren Başbakan, aynı hükmedici tonla, medyayı provakatif haberler yapmakla da suçluyor.
Üstelik, Musul’da 49 Türkiye vatandaşının rehin alınmasından birkaç gün sonra Trabzon’da yaptığı konuşmada Erdoğan, mulahiflerine karşı gayet sert, kutuplaştırıcı ve bölücü bir üslup kullanmaya devam ediyor. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, ‘isyan etmemek için kendimi zor tutuyorum’ demekte haksız mı?
Kılıçdaroğlu, bu sözleri sarfetmeden dört gün önce partisi CHP, Irak’taki gelişmeler ışığında ulusal birlik ihtiyacını gerekçe göstererek, Başbakan Erdoğan hakkında TBMM Başkanlığına verilen gensoru önergesi ve Meclis soruşturması önergelerini geri çekeceklerini açıklamıştı.
Başbakan ve hükümetin önde gelen üyeleri bağımsız medyadan sessizlik ve itaat talep ederken, Dışişleri Bakan Yardımcısı Naci Koru, düzenlediği bilgilendirme toplantısında IŞİD tarafından kaçırılan 49 kişinin rehin alındığını düşünmediklerini, çünkü bir pazarlığın sözkonusu olmadığını söylüyordu. Daha da garibi, haber ajanslarının kısa süre sonra IŞİD kontrolüne geçtiğini bildirdiği Türkmenlerin çoğunlukta olduğu Telafer’de IŞİD saldırısının karşılanıp püskürtüldüğünü ileri sürüyordu.
Ulusal kriz dönemlerinde hükümetlerin medya ve muhalefetten can güvenliğini koruma ve hassas operasyonların selameti açısından kısa süreli yayın yasağına uymalarını istemesi makul karşılanır. Ancak kimsenin medyadan yalan ya da yanlış bilgi yayınlamasını, kamuoyunu yakından ilgilendiren bir konuda sessiz kalmasını istemeye hakkı ve yetkisi yoktur. Bu, sansürdür ve kabul edilemez.
Ne mutlu ki, can ve iş güvenliğini tehlikeye atma pahasına, çatışma bölgelerine giden, gördüğünü, duyduğunu ve gerçek olduğunu teyid ettiği bilgileri korkmadan yazan, sorulması gerekenleri soran mesleştaşlarımız az da olsa hala var.
Ama onların yanısıra, Türkiye sınırının hemen yanıbaşında yeni bir Sünni devlet oluşması ihtimalinden duyduğu memnuniyeti gizleyemeyen İslamcı basın ve ‘Türkiye’ye komplo düzenleyenler’ teorilerinin kraldan çok kralcı savunucusu yandaş medyanın IŞİD’in İngiltere veya Amerika Birleşik Devletlerinin taşeronu olduğu zırvalarını pompalamaktan geri kalmadığını da not etmek lazım.
This post is also available in: İngilizce
Yasemin Brett says
Sayilar onemli, 15 000 nin ustunden bahs edilyor, kisa surede isgal edilen yer oradaki bir sekilde halkin onayi ile alindigini soyluyorlar evet bu kadar organize bicimde cikmalari bazi genc ve saf insanlar Icin cekici olabilir, kazananlar haklidir mantigi ile terrorden bir Kurtulus savasi goruntusune burunmeye calisilyor. 10 senede daha genis yelpazeli bir otorite Iraq Icin gerekliydi oradaki mahsum insanlara yazik. Belki Amerika Malikiyi kinase edbilir.