İlk kez 1993 yılında Glafkos Klerides’in cumhurbaşkanlığına aday olduğu kampanya için gazeteci olarak gittiğim Kıbrıs’ı, o gün bugündür yakından izlerim.
O zamanlar, Türk gazetecilerin adanın her iki kesimine de gitmesi nadir rastlanan bir olaydı. Yeşil Hat üzerinden bir kaç yüz metreyi yürüyerek geçmek yerine, kuzey ve güneye ayrı ayrı girip çıkmak, İstanbul ya da Atina üzerinden uçmak, pek çok haber kuruluşunun bütçesine caydırıcı ölçüde ağır bir yük getirirdi. Ondan da zor olanı, düşman görülen ülke vatandaşı gazetecinin karşı tarafın politikacıları ve yetkillerinden randevu almakta karşılaştığı engellerdi.
1993’de Kıbrıs’a hem Glafkos Klerides hem de Rauf Denktaş’tan ve her iki tarafın da önde gelen bir çok yetkilisinden mülakat sözü alarak gittiğim için şanslıydım. Güneyde geçirdiğim bir haftalık çalışma süresinde belki en az bu mülakat randevuları kadar önemli bir başka şanslı olay ise, Kıbrıslı Rum bir siyasi antropologla tanışmam ve yıllar önce bir Avrupa Birliği doruğunda gördüğüm Kıbrıslı Rum gazeteciyle tekrar karşılaşmamdı. Onu izleyen yıllarda, bu iki Kıbrıslı Rum, hem çok sevdiğim yakın dostlarım hem de Kıbrıs konularında güvendiğim pusulalarım oldular.
Kuzeyde de sağduyulu insanlarla dostluklar kurdum. Bazıları bana Kıbrıslı Türklerin dünyaya bakış açısı konusunda değerli bilgiler veren politikacılardı, bazıları da zaman zaman içinden çıkılmaz olduğunu düşündüğüm Kıbrıs sorununun püf noktalarını öğreten Kıbrıslı Türk gazeteci meslektaşlarım.
Daha sonraki yıllarda, Ankara’da çalışan bir muhabir olarak 38 ay süren Birleşmiş Milletler barış çabalarını yerinde izlemek üzere defalarca Kıbrıs’a geri döndüm. Bu süre içinde Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın Kıbrıs özel temsilcisi Perulu diplomat Alvaro de Soto ve ekibiyle tanışma ve konuşma fırsatları yakaladım.
2001 yılı Aralık ayında, Alvaro de Soto, Denktaş’ın, sürpriz bir şekilde Klerides’i evinde akşam yemeğine çağırdığını ilan ettiğinde, bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun altında iliklerine kadar ıslanmış bekleyen gazetecilerden biri de bendim. Diğer meslektaşlarımla birlikte bunun, iki toplumu acımasızca bölen duvarı yıkacak yeni bir başlangıç olabileceğine dair duyduğumuz heyecanı bugün gibi hatırlarım.
Güvenilir kaynaklarımdan, iki eski arkadaş, Denktaş ve Klerides’in biraraya geldiklerinde nasıl karşılıklı espriler patlattıklarını, sohbetlerinden ne kadar keyif aldıklarını dinlerdim. Pek çoğumuz, bu iki karizmatik liderin, sıcakkanlı ve pragmatik şahsiyetleri, geçmişlerindeki ortak yönleri ve paylaştıkları dilleriyle anlamlı bir ilerlemeye önayak olabileceklerinden umutlanır gibi olurduk.
Sonra, aradan saatler geçmeden ya birinin ya da ötekinin bazen de ikisinin birden müzakere masasından kalkıp gittiğini görüp hayrete düşerdik.
Görüşmelere aracılık eden Alvaro de Soto da üstün yetenekleri, deneyimi ve ince mizahıyla, Kıbrıs siyasetinin bu iki deviyle yarışacak bir kapasitede diplomattı.
O dönemin tanıma ve konuşma şansı bulduğum br diğer kilit ismi, İngiltere’nin Kıbrıs özel temsilcisi, o zamanki ünvanıyla Sir David, Lord Hannay’di.
Her ikisiyle yaptığım mülakatlar ve sohbetlerde, en iyimser olduğumuz anlarda bile beklentileri dengelemek konusunda değerli dersler edindim.
İhtiyat ve kapalı kapılar ardında söylenenlerin sızdırılmaması ilkeleri , yürüttükleri diplomasinin vazgeçilmez unsurlarıydı.
Kıbrıs’ta hiç bir şeyin olup bittiğini varsaymamak ise öğrendiğim bir diğer ders oldu. Hiç beklemediğiniz bir anda herşey tersine dönebilirdi.
Bütün deneyim ve sağduyularına rağmen ne De Soto ne de Lord Hannay, 2004 yılında yapılan referandumda Annan planının Kıbrıslı Rumlar tarafından o kadar ezici bir çoğunlukla reddedileceğini öngöremediler sanırım.
Birleşmiş Milletler’de Kıbrıs sorunu, dört ayrı anahtarla açılması gereken bir kilide benzetilirdi. Kiliti açmak için, Türkiye, Yunanistan, Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türklerin ayrı ayrı ellerinde tuttukları anahtarları aynı anda çevirmeleri şarttı.
Son 24 saat içinde görüşmelerin yeniden başlayabileceğine dair umutların yeşerdiği , diplomasi trafiğinn hızlandığı saatlerde, işte bütün bu anılar canlandı gözümün önünde.
Yunanistan’a yaptığı resmi ziyaret ardından Türkiye dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu, kapsamlı bir çözümün ufukta belirdiğine işaret etti. Kıbrıs müzakerelerinin kritik bir aşamaya geldiğini belirterek “Güçlü bir irade sergilenirse uygun müzakere ortamı doğar” dedi.
Davutoğlu, Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile adadaki görüşmesi öncesinde Amerika Birleşik devletleri ve İngiltere dışişleri bakanlarıyla da Kıbrıs konusunda telefon konuşmaları yaptı.
Türkiye dışişleri yetkilileri de yoğunlaştırılan girişimleri yeni bir açılım olarak lanse ettiler.
Davutoğlu’nun Atina ve Lefkoşa’daki temaslarını izlerken, hem geçmişin deneyimlerini hem de derslerini hatırladım.
Buna rağmen, Kathimerini gazetesinde Yunanistan Dışişleri bakanı Evangelos Venizelos ile Ahmet Davutoğlu’nun görüşmesine dair iyimser haberi okuduğumda bir an için belki de ihtiyatlı yaklaşımımın modası geçmiş bir alışkanlık olduğunu düşünmeden de edemedim.
İşte tam o sıralarda, Türkiye’nin bir diğer deneyimli diplomatı, ana muhalefet Cumhuriyet Halk Partisinin genel başkan yardımcısı Faruk Loğoğlu’nun açıklamasını gördüm. Loğoğlu, Ahmet Davutoğlu’nun Kıbrıs konusunda içeriği kamuoyuyla paylaşılmayan bazı girişimlerde bulunduğuna dikkat çekiyor ve AKP iktidarının KKTC halkına ve Kıbrıs davasına zarar verebilecek adımlar atabileceğinden kaygılandıklarını söylüyordu.
Onu izleyen saatlerde, Birleşmiş Milletler özel danışmanı Alexander Downer’ın Kıbrıs’tan ayrılmak üzereyken, Larnaka havalanından geri döndüğünü öğrendik.
Davutoğlu, Cumartesi sabahı Lefkoşa’da Kıbrıslı Türk yetkililerle görüştü. Hem Davuutoğlu’nun Atina sonrası yaptığı açıklamalar hem de Loğoğlu’nun uyarıları ışığında, acaba Kıbrıslı Rumların önkoşul olarak ortaya attıkları ve federasyonu andıran bir çözüme yönelik görüşmeler öncesinden ortak deklarasyon isteğinde uzlaşmaya mı varılıyor diye meraklandım.
Ama Davutoğlu’nun Eroğlu ile yaptığı ortak basın toplantısı merakımı çabucak giderdi.
Eğer hala bir iyimserlik kaldıysa, Alexander Downer’ın alışılmamış bir şekilde Lefkoşa’daki Türkye büyükelçiliğine Davutoğlu ile görüşmeye gitmesi, gerçekten bir açılım olması ihtimalini ortadan kaldırdı.
Ve beklediğim gibi, Kıbrıslı Rum sözcüden öfkeli açıklama gecikmedi. Christos Stylianides, Eroğlu ve Davutoğlu’nun yaptıkları ortak basın toplantısının Kıbrıs’ta kapsamlı bir dialog şansına darbe vurduğunu savundu.
Orta Doğu’da giderek kötüleşen durum yüzünden dış politikasını gözden geçirmeye zorlanan, ekonomik krizle boğuşan Yunanistan ve Kıbrıs’ta tünelin ucunda ışık görünmediğini farkeden ve Yunanistan’ın yaklaşan Avrupa Birliği dönem başkanlığını gözönünde tutan Davutoğlu, belli ki, yeni bir açılım için koşulların olgunlaştığını düşündü.
Ama bir kez daha analizinde yanıldı.
Yıllardır Kıbrıs izleyip haber yorum yapan bizler, aslında çok da şaşırmamalıyız. Çünkü uluslararası ilişkilerde pragmatizm ve fırsatçılık arasındaki çizginin Kıbrıs’ta her yerden daha da ince olduğunu geçmişteki deneyimlerimizden bilmemiz lazım.
This post is also available in: İngilizce
Bir cevap yazın