Bölgesel çıkarları için Suriye ve Yemen’de yürüttükleri vekalet savaşlarıyla yetinmeyen İran ve Suudi Arabistan, zaten patlamaya hazır bekleyen Orta Doğu’da şimdi de pervasız gerilim politikalarıyla daha büyük bir kaosa zemin hazırlıyor.
Kendilerini Sünni ve Şii İslamın önderleri olarak gören bu iki ülke, yıllardır kendilerine özgü aşırı din modellerinin ihracıyla uğraşmakta, bölgede hakim güç olma hedeflerine ulaşmak için mezhepsel ayrılıkları körüklemekte.
Her ikisi de otoriter ve baskıcı rejimler. İnsan hakları ihlallerinde birbirleriyle yarışıyorlar. Uluslararası anlaşmalarla garanti altına alınan temel özgürlükleri koruma yükümlülüklerini yerine getirme gereği duymadıkları gibi, demokratik yönetim ve hukukun üstünlüğü gibi ilkeleri de yok sayıyorlar.
Dünyada en fazla ölüm cezası uygulayan ülkeler sıralamasında en üstteler. Aralarındaki fark, Suudilerin infazları kafa keserek, İranlıların ise yüksek vinçlerden adam asarak gerçekleştirmesi. Birleşmiş Milletler kaynaklarına göre, İran, 2014 yılında 753 kişiyi idam etti. 2015’in ilk 9 ayında en az 694 kişiyi asarak adam başına en fazla idam cezası uygulayan ülke ünvanını kazandı. Suudi Arabistan ise Çin ve İran’dan sonra en fazla idam cezası infaz eden üçüncü ülke konumunda. 2015’te en az 151 kişiye ölüm cezası uyguladı.
Ne ilginçtir ki, aralarındaki son gerilimin kıvılcımını da, yılın ilk haftasında 46 diğer mahkuma ek olarak önde gelen bir Şii din adamı Nimr el Nimr’ın Suudi Arabistan’da idam edilmesi oluşturdu.
Sünni ve Şii İslam arasında yüzyıllardır süregelen mezhep çatışmasının son aşaması olarak görülse de aslında tanık olunan, saldırganca bir iktidar mücadelesi.
Belki eninde sonunda sıcak bir çatışma halinde hesaplaşmaya da dönüşebilecek. Zaman zaman ‘bırakın hesaplaşsınlar, ölçüsüz ve umarsız politikalarının bedelini, karşılıklı birbirlerini yokederek ödesinler’ diyesi geliyor insanın.
Ama, olay bu kadar basit olsa keşke.
İran ve Suudi Arabistan arasında tırmanan gerginlik, herşeyden önce, zaten mezhepsel çatışmaların yangın yerine döndürdüğü Orta Doğu ülkelerini incitecek.
25 Ocak’ta Cenevre’de başlamasına karar verilen Birleşmiş Milletler öncülüğündeki Suriye barış görüşmelerini tehlikeye atacak. Yemen’i yakıp yıkan içsavaşı sona erdirme çabalarını raydan çıkaracak. Irak’ta IŞİD’e karşı yeni yeni filizlenen Sünni-Şii işbirliğini sekteye uğratacak, ülkede mezhep çatışmalarını alevlendirecek. Lübnan’da siyasi bölünmeleri daha da derinleştirecek. Ve kuşkusuz, Suudi Arabistan ve İran’da yaşayan insan hakları savunucularının altında ezildikleri baskıları, iyice dayanılmaz hale getirecek.
İran yönetimi, 2015 Temmuz’unda Amerika Birleşik Devletleri ile vardığı nükleer program anlaşmasını tehlikeye atmamak için daha akılcı bir tutum benimseyebilir. Tahran, şimdiden, gerilimi tırmandırmayı arzulamadığının işaretlerini verdi. Ama İran’da Cumhurbaşkanı Ruhani’nin ılımlı politikalarını onaylamayan, nükleer anlaşmayı da sabote etmeye hazır bekleyen yeteri kadar katı tutum yanlısı da var. İran hükümetinin geçtiğimiz günlerde Suudi diplomatik misyonlarına yapılan saldırıları önleyememiş olması, uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmemesinden mi yoksa rejimin güçsüzlüğü ve çaresizliğinden mi kaynaklandı sorusu hala yanıtını bekliyor.
Suudi Arabistan’a gelince, Kral Salman’ın tahta geçmesiyle ülkeye yeni bir mutlak monarşi stili geldi. Londra’da isminin gizli tutulmasını isteyen bir Suudi akademisyen kaynağıma göre, Yemen’deki savaş, Suudilerin dini Arap milliyetçiliğini canlandırdı. “Eskiden, dini milliyetçilik, Arap yarımadasını kafirlerden arındırmayı hedeflerdi. Şimdi ise dini milliyetçilik militarist bir boyut kazandı. Sünnilerin çıkarlarını İran ve diğer güçlere karşı savunmak amacıyla başka yerlerde de müdahaleci bir politika izlenmesini öngörüyor”.
Suudi krallığı, daha sert ve atılgan olmakla birlikte, aynı zamanda huzursuz ve güvensiz. Petrol geliri bağımlısı ekonomilerini çeşitlendirme çabaları, ülkenin muhafazakar kesimlerinin tepkisine yol açıyor. IŞİD’in yarattığı tehdit, gözardı edilmeyecek boyutlarda. İran’ın arka çıktığı Şii azınlığı da sürekli olarak tehlike unsuru olarak görüyor. Göz göre göre güçlü rakibi İran’ı tahrik etme ve dünyanın tepkisini çekme pahasına, önde gelen bir Şii din adamını idam etme kararı da bu asabi ve fevri tutumun bir sonucu.
Türkiye’nin bu nereye gideceği belirsiz çatışmanın dışında kalması lazım.
Ankara’nın ilk resmi açıklaması, ölçülü ve ihtiyatlıydı. Başbakan yardımcısı ve hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş, tarafları sakinleşmeye çağırırken, idamları da onaylamadıklarını ortaya koydu. Ancak bir kaç gün sonra Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın farklı bir tutum benimsediği görüldü. İdamları eleştirmediği gibi, olayı Suudi Arabistan’ın bir iç hukuk meselesinden öte görmediğini de ısrarla vurguladı.
Kısa süre önce Riyad’ı ziyaret edip, Kral Salman ile görüşen, Türkiye’nin Suudi Arabistan ve Katar’la bir Sünni ittifak içinde yeralmasını onaylayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Orta doğu’daki en önde gelen müttefikine karşı durmasını beklemek zaten saflık olurdu.
Gerçi Türkiye’de, bu belirsiz ve tehlikeli gerilimde taraf olmanın tehlikelerine dikkat çeken yeterince sağduyulu ses var, gelgelelim Cumhurbaşkanı ve bakanlarının Türkiye’nin gücü ve etkisinin boyutlarına dair gerçekçi olmayan iddia ve inanışlarını gözden geçireceklerine dair henüz bir işaret görünmüyor.
This post is also available in: İngilizce
Bir cevap yazın